9 Ağustos 2015 Pazar

Sevgi

Sevgi  kaynağını bilincin ayna gibi iş görmesinde buluyor gibi. Sevgi mefhumu dikkatlice muşahade edildiğinde farkına varılacaktır ki bir başkasını severken asıl başkasının isteklerini istemeye başlarız,  ve bunu da başkasının bizatihi kendisini  kendi isteğimizin  nesnesi haline getirmeden yaparız. O halde sevgi ilk elde alelade bir arzudan ayırt ediliveriyor. Sevgiye, başkasının bizatihi kendisine yönelik bir istek de çoğu zaman eşlik ediyor olabilir elbette; ama böyle bir istek tek başına  sevginin  yeterli koşulu değildir. Bu fenomen daha ziyade  bana ait  bir arzunun ( ki böyle pek çok arzuya sahibim aslında) mevcudiyetine işaret eder. Bir şeyi salt kendim için istiyorsam hissettiğim duygu, sevgi diye adlandırılmaya yetecek kadar  belirlenmemiştir henüz. Tam tersine, bizi "bencil" kılan özelliklerimiz çoğunlukla sevgiye karşı işlenen kabahatlerin sebebi olarak telakki edilir. Oysa sevgi  için bizi sabırlı kıldığı söylenir. Sevilene gösterilen anlayışsızlığa, peşinden  pişmanlık getiren bir hata gözüyle bakılması adettendir. Sevince bende başka bir hayat daha yaşanmaya başlar adeta ve aynı şekilde sevilince bana uzak kimselerde varlık kazanıyor gibiyimdir. Sevgi böylelikle insanı çoğaltır. Sevdiklerini bu yüzden kendinin ve başkalarının önüne koyar genelde insan. Ama eğer sevgi üstüne kurulu bir cemaatte yaşanıyorsa, kimse mutlak şekilde bu kayırmanın dışında kalmayacağından, adaleti muhafaza etmek kolaylaşır.  Sevdiklerimiz üzülünce, acı çekince, hatta ölünce, bu yüzden biz de üzülür, acı çeker ve bir anlamda ölürüz. Birine küstüğümüzde veya veda ettiğimizde bir parçamız da onunla birlikte ortadan kaybolur. 

Bu söylenenler ışığında Eberhard'ın 1910 tarihli Synonymisches Wörterbuch'una sevme'nin (lieben) anlamdaşları nelerdir diye baktığımızda bulacaklarımız bizi şaşırtmayacaktır. Aslında sevginin iki temel anlamı vurgulanır sözlükte; biri gündelik hayatta adına aşk dediğimiz olguya karşılık gelirken, diğeri daha  genel ve kuşatıcı bir karakter taşıyacak şekilde, basitçe  "iyi olmak" (gutsein) demektir. Fakat ebette ki biraz açmak gerek bu ikinci anlamı. Nedir iyi olmak? Başkasının / başkalarının iyiliğini isteyince  "iyi"  biri olduğumuz hükmüne varılır mesela. Başkasının iyi bulup kendisi için istediği bir şeyi biz de (kendimiz için değil ama onu  kendisi için isteyen o başkası için) isteyebildiğimiz ölçüde "iyi" diye adladırılmaya layık hale geliyor gibiyiz. Eberhard İtalyanca'dan örnek vermiş:"volere bene a qualcuno": bire bir çevirirsek, "birinin iyiliğini istemek".  Oysa İtalyanlar bu deyişi asla bu anlamda kullanmaz. Bir İtalyan "ti voglio bene" diyorsa, bilin ki "seni seviyorum"  anlamındadır bu. İşin garibi Eberhard İngilizce'deki "like" sözcüğünün de bu ikinci anlamı ifade edebildiği kanaatinde. Eğer öyleyse, günümüzde pek farkedilmeyen ve hatta düpedüz terkedilmiş bir kullanım bu herhalde. Fakat biraz spekülasyonla izi sürülebilir. Mesela "like" sözcüğünün iki düzeyi var: Birincisi, hoşlanmak, beğenmek; ikincisi birinin bir öbürüne benzemesi.  bBu benzeme, hatta denebilir ki, yansıtma ( örneğin tıpkı aynadan yansıyan bir akis gibi olma) özelliği ile sevgiye has başkasının iyiliğini isteme karakteri arasında bir akrabalık kurulması gayet mümkün. Kendi iyiliğimin yanı sıra, bir başkasının iyiliğini de istediğimde, yani onu sevdiğimde, ben kendi bilincim olduğum kadar başkasının bilincinin bir aynası da oluveriyorum. Kendimi ifade ettiğim kadar bir başkasını da yansıtmaya başlıyorum. Dolayısıyla onunla benzeşmeye başlıyoruz. Bir başka deyişle, artık o da ben oluyor. Benliğim genişliyor, onun benliğini de kapsamaya başlıyor. O isteklerine erişince ben de kendi isteklerime erişmişçesine mutlu oluyorum mesela.

Bu söylediklerim şunu göstermiyor mu acaba? Sevgi  sadece bir duygu değil. Evet, duygu da içeriyor. Ama duyguyu aşıyor da. Daha ziyade iradeye yaklaşıyor. Gönüllülük belirten bir irade edimi  diye bakılabilir sevme edimine. İrade denince, özellikle Kant'dan bu yana, genelde gönülsüzce yaptığımız, hatta sırf zorunda olduğumuz  için yaptığımız eylemleri icra etme yetimiz kastediliyor. Deniyor  ki eylem istemeye istemeye yapılabildiği oranda iradi karakter taşıyor. Bu yorumun yanlış olduğu kanısındayım. Tam aksine, aslında Kant için de irade edimi gönülsüz bir edim değil hayatta. özellikle başkasını kendinde bir amaç olarak görme diye yorumlanan "insan sevgisi", ya da daha geç metinlerinde ahlak yasasına göre eylemde bulunmayı hakikaten arzu etme anlamında "yasaya duyulan (çıkargözetmez) sevgi" bunun göstergeleri  bence. Zaten sevgi öyle bir hal ki, hem duygudan hem de iradeden pay alıyor ve duyguyu saflaştırıyor, onu bilincin çıkargözetmez bir ilgilenme kipine dönüştürüyor. Paradoksal biçimde severken hem ilgili hem de çıkargözetmez hale geliyoruz. Ayrıca sevginin nesnesinin ne olduğu o kadar açık değil; Sevginin nesnesi sevilen mi, yoksa sevilenin iyiliği mi? Şayet iyiyi istemek bir anlamda sevmekse, birini sevmek, bizzat o kişiyi (kendimiz için) istemek değil de, onunla ortak bir iyiyi istemektir, denemez mi? Eğer öyleyse, acaba bu sayede mi iyiyi amaç edinen edime Aristoteles sevme edimi adını verebilmişti? Acaba bu sayede mi böyle yapmak suretiyle haz hissi veya  bencilce bir meyil içermeyen bir sevgiyi çıkar gözetmez bir gönül ilgisi olarak saygıda da korumayı mümkün kılabilmişti?  Hep şöyle demez miyiz halbuki; "onu sevmiyorum aslında, ona sadece saygı duyuyorum". Fakat bu çarpık bir bakış değil mi? Birini sevmeden ona saygı duyabilir miyiz hakikaten? Yoksa "sevgi"nin  bu anlamına tamamen yabancılaştık mı?, Onu sadece psikolojik bir uyarılmaya mı indirgedik?  Oysa Brentano duyguyu da iradeyi de "gönül edimleri" (Gemütsakte) başlığı altında değerlendiriyordu.  Gelgelelim günümüzde iradeden gönül taşımayan, buz gibi bir eylemin failini anlama eğilimindeyiz. Çünkü duyguları akıldan, iradeyi duygudan itinayla ayırt etmeyi marifet sanıyoruz. Duygular ne kadar akılsızsa bize o kadar tatlı, irade ne kadar gönülsüzse bize o kadar şaşmaz geliyor. Halbuki bu tablo pek gerçekçi değil.

Günümüzde yaygın olan "aşk" fikrinde burada vurguladığımız sevgi anlayışının kaybolmaya yüz tuttuğu besbelli. Belki de sadece günümüze özgü bir eksiklik değildi bu. Geçmişte de durumun benzer olduğunu doğrulayan pek çok örnek var elimizde:Don kişot romanına bakın mesela. biz Türkçede sevgi ile aşkı ayırıyoruz tabi. Düşüncede yaptığımız bu ayrımdan yana olmakla birlikte, ortaklıklarını gizleyecek şekilde iki ayrı adın kullanılıyor olmasının bizi çoğu zaman yanlış yönlendirdiği kanaatindeyim. Genelde  aşkı bir tutku, bir iptila diye  nitelendirsek de, onu aynı zamanda yüceltmemize engel olmuyor bu nitelemeler her nasılsa. Gegelelim bu haliyle aşk yüceltilesi bir "kendinde" değer taşımıyor, hatta varsa bile bu nitelemeler yüzünden onu kaybediyor. Yarası kaşınan kişinin kaşıntısını gidermek üzere yaptığı kaşıma eylemi de bir tutku ve iptiladır mesela. Fakat onu yüceltecek sebepler bulmakta zorlanıyoruz. Zira kaşınma eyleminin kendisi kaşıntıyı gidermeye yönelik araçsal bir eylemden ibaret.  Aşk da öyle mi acaba? Yani bu duyguyu  yakıcı bir ihtiyacımızı tatmin edecek araçsal bir eylemi bize temin edecek yegane kanal olduğu için mi yüceltme gereği duyuyoruz? Aşkı yüceltirken kendimizi mi yüceltmiş oluyoruz adeta? Oysa böylesi bir aşk fikri, başkasından aldığımız duyusal hazza gömülü kaldığımız müddetçe, yüceltilmeyi bir az bile olsun hakketmeyecektir. Belki  heyecan ve haz verici br duygudur, evet; belki genel bir yaşama keyfi ve refahı adına aşkın bu yönünü arar ve hatta ona değer veririz. Ne  var ki bu sahici olmayan aşk fikrinde aşk kendinde değil de bir başka şeye hizmet ettiği için değerli gözüküyor sadece.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder