18 Kasım 2012 Pazar

BİLİNÇDIŞI SORUNU ÜZERİNE

(Eugen Fink'e ait bu kısa metin Edmund Husserl'in Krisis eserinde 8 numaralı "Ek" olarak bulunmaktadır)

Yönelimselliğin ya da yönelimsel göndermelerin (mesela hafıza analizinin, kendinden önceki bir algı analizine göndermesinin) özünde yatan düzenleyici ilke, baştan sona tüm bir “uyanıklık” alanını öznelliğin alanı olarak belirler. “Bilinçdışı” başlığı altına konan sorunların gerçek sorun karakteri, ancak  “bilinçlilik” [Bewusstheit] üstüne bir analizden sonra kavranıp yöntemlice ve layıkıyla açıklanabilir. Buradaki ilk görevimiz, dünyanın her zaman gözden kaçırılan evrensel-öznel verilmişliğinin ilk özünü tematik hale getirmek, (ömrünü doğruca şeylerin karşısında süren) naif-doğal yaşam-dünyasına özgü tavrımızın sert ve kökleşmiş halini gevşetmek, şeyleri ve dünyanın kendisini, özneye göreli başkalaşmaları içerisinde öznel sentez yoluyla kurulan birlikler diye kavramaktır. Özetle, yönelimsel analizin ana öğeleriyle ilgilendiğimiz sürece, yönelimselliğe ait belli başlı analizlerden hareketle “bilinçdışı”nın yönelimsel analizine uzanan uzun yöntemsel patikanın bir taslağı en basit özellikleriyle bile olsun çizilemez.

 “Bilinçdışı”yla ilgili sorunları, yönelimsellikle ilgili sorunlar arasında saydığımızda, sanki “bilinç-dışı”nı bilinci anlamaya hizmet eden yöntemsel araçlarla yorumlamayı amaçlıyor sanılabilir ve çok geçmeden bu amacın en baştan beri tartışmalı bir yöntemsel önyargıya dayandığı itirazını alabiliriz. Nitekim bilinçdışının bulanık ve uykusundan uyandırılabilecek bir bilinç olduğuna; başlangıç niteliğinde bir bilinç formu ya da bilincin değişmiş bir imgesi, başka bir deyişle geriye, son kertede bilince dek izi sürülebilecek bir şey olduğuna peşinen karar verilmemiş midir? Ve böylelikle öznelliğin yaşamı bakımından, yaşam ve bilincin aynı olduğu peşinen kabul edilmemiş midir? Oysa ki “derinlik psikolojisi”, modern biyoloji ve diğer disiplinlerde sürekli kuvvet kazanan eğilim, bilinci somut insanı oluşturan katmanlardan yalnızca biri diye kavramak ve yaşamın bilince geri götüremediğimiz öbür katmanlarının karşısına bilinci koymak değil midir? Terapötik başarısından ötürü kabul gören bir derinlik psikolojisi, modern biyolojinin neticeleri, vb. idealist felsefelerin egemenliğindeki bilinç alanının son kertede “yaşam”ın türetilmiş (fundierte) bir boyutu olduğu anlayışına gitgide daha fazla yaklaşıyorken, insanın tüm varlığını “tinin”, “ruhun”, “bilincin”  meydana getirdiği fikri,  her idealizmde rastlanan tipik bir peşin hüküm gibi gözükmez mi?


“Fenomenolojinin” sözümona “bilinç-idealizmi”ne karşı, türlü biçimler altında  yöneltilen bu itiraz temel bir felsefi naiflikten kaynaklanmaktadır. Libido’nun doğalcı mekanizması olsun, dürtüler ve içgüdülere ait diğer dinamikler olsun, yaşamın hakiki özüyle ilgili bulanık bir ampirik düzeneği (“bilinçdışı”na özgü fenomenlerde belirginleşen bir düzenek) esas almak suretiyle inşa edilen mitik teorileri eleştirmenin yeri burası değil. Sözünü ettiğimiz naiflik bilinçdışı üzerine tüm teori-kurma faaliyetlerinden önce, bir ihmalden ileri geliyor. Neyin bilinçli olduğunu ve bilincin ne olduğunu çoktandır bildiğimiz düşünülmektedir ve bu yüzden bilinç kavramının kendisini, sınırlarını bilinçdışıyla uğraşan bir bilimin çizmesine fırsat vermeden, öncelikli olarak incelemeye dönük görev terk edilmektedir. Oysa bilincin ne olduğu bilinmediğinden, bilinçdışını ele alan bir bilimin hareket noktası esas itibarıyla göz ardı edilir. Uyanık olduğumuzda, doğaldır ki, “bilincin” çoğunlukla ne anlama geldiğine aşinayızdır; “bilinç”le genelde neyin kastedildiğini biliriz. Bir bakıma bize en yakın olandır bilinç: Şeyleri görür, bir şey üstüne düşünür, bir şeyi arzu ederiz, yargılarız, vb. İşte tam da gündelik hayata karşılık gelen kaba bir eklemleniş içerisinde edimler, eylemler, yaşantılar, ve benzeri biçimler altında bilincin bize bu kendine has tanıdıklığı ve önverilmişliği,  tam da bu aşinalık ve yakınlık hissidir ki bilincin doğrudan doğruya verilmiş olduğu yanılsamasını üretir. Halbuki fenomenolojinin yönelimsel analitiği, “bilincin dolayımsız verilmişliği” yanılsamasını ortadan kaldırır ve bilincin ne olduğunu görmeyi, onu ilk defa kavramayı kademe kademe öğreten,  zapt edilmesi güç,  yeni bir bilime götürür bizi.  Yönelimsel analitiğin uzun patikası üzerinden,  bir bilinç anlayışına doğru bir defa yol almaya başladık mı, bir daha asla bilinçdışıyla ilgili sorunlara naif bir bakış açısından yaklaşmayız. Bu naif bakıştır ki bilinci ve bilinçdışını tanıdık gündelik şeyler gibi ele alır. Tıpkı bilinç gibi, bilinçdışı için de gündelik, verili bir dolayımsızlık yanılsaması söz konusudur; zira uyku, bayılma ve yönlendirici güçlerin etkisine girme hallerine, yaratıcılığa özgü hallere ve benzeri durumlara yabancı değilizdir. Günümüzdeki “bilinçdışı” teorisinin naifliği, kapsamına gündelik yaşamda önverili olan bu dikkate değer fenomenleri almasından, tümevarımsal ampirik bir incelemeye soyunmasından ve yapılandırıcı “açıklamalar” önermesinden ileri gelir. Bilinçdışı teorisi, kendini ele vermese de başından beri alttan alta işleyen naif ve dogmatik bir bilinç teorisinin idaresi altındadır ve her ne kadar bilinçdışına özgü fenomenleri bilince özgü olanlardan ayırsa da, geçimini bu bilinç teorisinden sağlamaktadır. Öyle ki bilince özgü fenomenler nasıl ele alınıyorsa, bilinçdışı fenomenler de aynen öyle, başka bir deyişle, gündelik aşinalıkları içerisinde ele alınır. 

 Bilinçdışı sorununun ortaya konuluşu böylesi bir örtük bilinç teorisi tarafından belirlenmiş olduğu sürece, esas itibarıyla felsefeden yana naif kalır. Ancak bilincin ayrıntılı bir analizinden sonra bilinçdışı sorunu tam anlamıyla yerini bulabilir.  Fakat “bilinçdışı”nın yönelimsel analize has yöntemsel araçlarla irdelenip irdelenemeyeceği, yalnızca bilinçdışıyla ilgili araştırmalarda yol katedildikçe açıklık kazanacaktır.

Çeviren: Çağlar Koç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder