(Eugen Fink'e ait bu kısa metin Edmund Husserl'in Krisis eserinde 8 numaralı "Ek" olarak bulunmaktadır)
Yönelimselliğin
ya da yönelimsel göndermelerin (mesela hafıza analizinin, kendinden önceki bir
algı analizine göndermesinin) özünde yatan düzenleyici ilke, baştan sona tüm bir
“uyanıklık” alanını öznelliğin alanı olarak belirler. “Bilinçdışı” başlığı
altına konan sorunların gerçek sorun karakteri, ancak “bilinçlilik” [Bewusstheit] üstüne bir
analizden sonra kavranıp yöntemlice ve layıkıyla açıklanabilir. Buradaki ilk
görevimiz, dünyanın her zaman gözden kaçırılan evrensel-öznel verilmişliğinin
ilk özünü tematik hale getirmek, (ömrünü doğruca şeylerin karşısında süren)
naif-doğal yaşam-dünyasına özgü tavrımızın sert ve kökleşmiş halini gevşetmek,
şeyleri ve dünyanın kendisini, özneye göreli başkalaşmaları içerisinde öznel
sentez yoluyla kurulan birlikler diye kavramaktır. Özetle, yönelimsel analizin
ana öğeleriyle ilgilendiğimiz sürece, yönelimselliğe ait belli başlı
analizlerden hareketle “bilinçdışı”nın yönelimsel analizine uzanan uzun
yöntemsel patikanın bir taslağı en basit özellikleriyle bile olsun çizilemez.
“Bilinçdışı”yla ilgili sorunları,
yönelimsellikle ilgili sorunlar arasında saydığımızda, sanki “bilinç-dışı”nı bilinci
anlamaya hizmet eden yöntemsel araçlarla yorumlamayı amaçlıyor sanılabilir ve
çok geçmeden bu amacın en baştan beri tartışmalı bir yöntemsel önyargıya
dayandığı itirazını alabiliriz. Nitekim bilinçdışının bulanık ve uykusundan
uyandırılabilecek bir bilinç olduğuna; başlangıç niteliğinde bir bilinç formu
ya da bilincin değişmiş bir imgesi, başka bir deyişle geriye, son kertede
bilince dek izi sürülebilecek bir şey olduğuna peşinen karar verilmemiş midir?
Ve böylelikle öznelliğin yaşamı bakımından, yaşam ve bilincin aynı olduğu
peşinen kabul edilmemiş midir? Oysa ki “derinlik psikolojisi”, modern biyoloji
ve diğer disiplinlerde sürekli kuvvet kazanan eğilim, bilinci somut insanı
oluşturan katmanlardan yalnızca biri diye kavramak ve yaşamın bilince geri
götüremediğimiz öbür katmanlarının karşısına bilinci koymak değil midir? Terapötik
başarısından ötürü kabul gören bir derinlik psikolojisi, modern biyolojinin
neticeleri, vb. idealist felsefelerin egemenliğindeki bilinç alanının son
kertede “yaşam”ın türetilmiş (fundierte) bir boyutu olduğu
anlayışına gitgide daha fazla yaklaşıyorken, insanın tüm varlığını “tinin”,
“ruhun”, “bilincin” meydana getirdiği
fikri, her idealizmde rastlanan tipik
bir peşin hüküm gibi gözükmez mi?
“Fenomenolojinin”
sözümona “bilinç-idealizmi”ne karşı, türlü biçimler altında yöneltilen bu itiraz temel bir felsefi
naiflikten kaynaklanmaktadır. Libido’nun doğalcı mekanizması olsun, dürtüler ve
içgüdülere ait diğer dinamikler olsun, yaşamın hakiki özüyle ilgili bulanık bir
ampirik düzeneği (“bilinçdışı”na özgü fenomenlerde belirginleşen bir düzenek)
esas almak suretiyle inşa edilen mitik teorileri eleştirmenin yeri burası
değil. Sözünü ettiğimiz naiflik bilinçdışı üzerine tüm teori-kurma
faaliyetlerinden önce, bir ihmalden ileri geliyor. Neyin bilinçli olduğunu
ve bilincin ne olduğunu çoktandır bildiğimiz düşünülmektedir ve bu yüzden
bilinç kavramının kendisini, sınırlarını bilinçdışıyla uğraşan bir bilimin
çizmesine fırsat vermeden, öncelikli olarak incelemeye dönük görev terk
edilmektedir. Oysa bilincin ne olduğu bilinmediğinden, bilinçdışını ele alan
bir bilimin hareket noktası esas itibarıyla göz ardı edilir. Uyanık
olduğumuzda, doğaldır ki, “bilincin” çoğunlukla ne anlama geldiğine
aşinayızdır; “bilinç”le genelde neyin kastedildiğini biliriz. Bir bakıma bize
en yakın olandır bilinç: Şeyleri görür, bir şey üstüne düşünür, bir şeyi arzu
ederiz, yargılarız, vb. İşte tam da gündelik hayata karşılık gelen kaba bir
eklemleniş içerisinde edimler, eylemler, yaşantılar, ve benzeri biçimler
altında bilincin bize bu kendine has tanıdıklığı ve önverilmişliği, tam da bu aşinalık ve yakınlık hissidir ki
bilincin doğrudan doğruya verilmiş olduğu yanılsamasını üretir. Halbuki
fenomenolojinin yönelimsel analitiği, “bilincin dolayımsız verilmişliği”
yanılsamasını ortadan kaldırır ve bilincin ne olduğunu görmeyi, onu ilk defa
kavramayı kademe kademe öğreten, zapt
edilmesi güç, yeni bir bilime götürür
bizi. Yönelimsel analitiğin uzun
patikası üzerinden, bir bilinç
anlayışına doğru bir defa yol almaya başladık mı, bir daha asla bilinçdışıyla
ilgili sorunlara naif bir bakış açısından yaklaşmayız. Bu naif bakıştır ki
bilinci ve bilinçdışını tanıdık gündelik şeyler gibi ele alır. Tıpkı bilinç
gibi, bilinçdışı için de gündelik, verili bir dolayımsızlık yanılsaması
söz konusudur; zira uyku, bayılma ve yönlendirici güçlerin etkisine girme
hallerine, yaratıcılığa özgü hallere ve benzeri durumlara yabancı değilizdir.
Günümüzdeki “bilinçdışı” teorisinin naifliği, kapsamına gündelik yaşamda
önverili olan bu dikkate değer fenomenleri almasından, tümevarımsal ampirik bir
incelemeye soyunmasından ve yapılandırıcı “açıklamalar” önermesinden ileri
gelir. Bilinçdışı teorisi, kendini ele vermese de başından beri alttan alta
işleyen naif ve dogmatik bir bilinç teorisinin idaresi altındadır ve her ne
kadar bilinçdışına özgü fenomenleri bilince özgü olanlardan ayırsa da, geçimini
bu bilinç teorisinden sağlamaktadır. Öyle ki bilince özgü fenomenler nasıl ele
alınıyorsa, bilinçdışı fenomenler de aynen öyle, başka bir deyişle, gündelik
aşinalıkları içerisinde ele alınır.
Bilinçdışı sorununun ortaya konuluşu böylesi
bir örtük bilinç teorisi tarafından belirlenmiş olduğu sürece, esas itibarıyla
felsefeden yana naif kalır. Ancak bilincin ayrıntılı bir analizinden sonra
bilinçdışı sorunu tam anlamıyla yerini bulabilir. Fakat “bilinçdışı”nın yönelimsel analize has
yöntemsel araçlarla irdelenip irdelenemeyeceği, yalnızca bilinçdışıyla ilgili
araştırmalarda yol katedildikçe açıklık kazanacaktır.
Çeviren: Çağlar Koç